Deli doktor
(Anlatılanlar gerçek yaşanmışlıklardır)
Dünyaya geleli henüz 7 yıl filan olmuştu o günlerde. Boynumun sağ yanı kulak, boğaz ne varsa şişmiş davul gibi olmuş, ateşler içinde yatıyorum. İki katlı sundurmalı toprak evin cam kenarındayım, tavanda yan yana dizilmiş ağaçlara bakıp duruyorum. Hava sıcak, klimayı bırak evde elektrik yok henüz. Köyde sadece sokak aydınlatmasında ve sadece akşamları elektrik kullanılıyor.
Evdeki büyüklerin “doktoru getirelim” sözlerini duyduğumdan bir saat sonra geldi doktor. Evimizde elektriğimiz yok ama çok şükür anında yatağımızın başucunda olabilen doktorumuz var…
Doktorumuz İstanbullu, o yüzden bizler gibi yer minderine oturmak istemedi, sandalye istedi. Evde masamız yoktu ama ayaklı Singer makinesinin sandalyesi vardı onu getirdik, oturdu.
Gelen doktor, bizim köyde yaşayan komşumuzdu, doktorluğu da çok çok sağlamdı. Karşıma oturdu. Sert çehre çizgili yüzünde, kemerli bir burun, burnun iki yanında derin göz çukurlarında iki siyah küçük göz ve hiç aklımdan gitmeyen soğuk, donuk bakışlar. Saçları siyah, omuzlarına değecek kadar uzun, başının üstünde tel maşayla toplanmış durumda.
Temiz İstanbul Türkçesiyle, tane tane “bu… çocuk… ne… zaman… hastalandı… “ gibi yavaş yavaş konuşarak hastalık verilerini toplamaya başladı. Başımı okşadı, eliyle ateşimi ölçtü. Konuşmaları da davranışları da soğuk ve mesafeli, sanırsınız dünya dışından gelmiş robottur kendisi.
Hastalık verilerini topladıktan sonra babamdan gazocağı istedi, evde olmadığı için komşudan bulunup getirildi. Doktor yanında getirdiği çantayı açtı, içinde onlarca değişik ilaçları vardı. Eczane ilaçları olduğu gibi kendi yaptığı ilaçları da taşırdı çantasında. Köyde Eczane olmadığı için zaman zaman Akşehir’e gidip eczanelerden ilaç alır çantasında bulundururdu hep. Sık sık kırlarda dolaşır değişik otlar toplar, onlardan ilaçlar yapardı. Gazocağı üzerine koyduğu küçük su kutusunda şırınga iğnelerini kaynattı, ateşte ısıttı, değişik ilaçlardan karma iğne hazırladı, iğnesini yaptı bana.
Birkaç cümleden oluşan tavsiye konuşması bittikten sonra “ben akşam yeniden geleceğim” dedi izin alıp gitti.
Dediği gibi akşam geldi, ertesi günün tekrar geldi, bir sonraki gün tekrar geldi… Beni ayağa kaldırdı, oyun oynayan çocukların arasına kattı çok şükür.
Onlarca çocukla sokaklarda oynarken “Deli Doktor” diye kendisine laf attığımız doktordu bu insan. Halktan farklıydı yani deli olmayı hak etmişti.
Sanıyorum köye 1950 li yılların başlarında gelmiş, 1970 yılında ölene kadar bizimle yaşamıştı. Yaşamıştı derken öyle dört başı mamur bir yaşama filan değil. Bildiğimiz bir harabede yani çöp evde yaşamıştı. İnsanlardan kendini yalıtmış, hep mesafeli davranmıştı. Ne bizim köyde ne çevre köylerde hiçbir hastasını geri çevirmemiş, tüm hastalarına evlerine giderek hizmet vermiştir. Ben biliyorum ki 10-15 km mesafelere kendisini almaya gelen at arabasıyla hasta bakmaya giderdi. Yani öyle “Hipokrat yemini etmiş doktor” filan değil adam bizzat kendisi Hipokrat’tı sanki. Ancak Tanrı’nın gönderdiği bir melek böyle davranabilirdi.
Köyde, komşu köylerle yapılan futbol maçında bayılan bir futbolcuyu getirdiler bir keresinde. Futbolcuyu at arabasıyla bir km lik mesafeden onun evinin önüne getirdiklerinde hala baygın ölü durumdaydı. Sokak ortasında toprağa uzatıp yatırdılar doktorumuz yine sakin sakin gelip hastanın başında yaptığı uzun uğraşlar sonunda genci ayağa kaldırdığına şahit olmuştum. Sanki ölüyü diriltmiş gibi sevindi herkes.
İhtiyaçlarını aldığı çarşı ile evi arasında geçen hayatında sadece insanlar değil köpeklerde onun iyiliklerinden payını alırdı. Eğecenli Emmi’nin uzun tüylü sarı küçük köpeği onu gördüğünde anında kuyruk sallamaya başlar, bilirdi ki o yanına geldiğinde çarşıdan aldığı yiyecekleri kendisiyle paylaşacak. Mutlaka o köpeğin yanında durur, alışveriş filesindeki yiyeceklerden onun payını yol kenarında ona özenle verir, yiyene kadar onunla oyalanır, sonra evine giderdi.
Bu güzel insanın köye gelmesinden sonra köyde Nihat isimlerinde artış oldu. Onun tedavisi sayesinde iyileşen insanların bazıları doğan çocuklarına veya torunlarına onun adını verir olmuşlardı.
Bir gece evinin 30 metre aşağısındaki çeşme başında onun bağırışıyla sokaklara fırladık, evi yanıyordu, tüm komşuların çabalarıyla çok şükür söndürdüler yangını. Yangından sonra da o yarı yanmış evinde oturmaya devam etti “İstanbullu Deli Doktor”umuz.
O yaşlarda “Neydi İstanbullardan Orta Anadolu’nun bir kasabasına bu insanı fırlatan güç” diye düşünemedik tabii. Köydeki insanların ufuklarıyla sınırlıydı tüm bildiklerimiz. Herkes hakkında efsane uyduruyor, kimi “miras yüzünden ailesine küsmüş” diyordu, kimi “sevgilisi aldatmış”, kimi “eşi aldatmış”. Gerçek olan ise her şey sırdı.
Daha yazamadığım onlarca anı, onlarca macerasıyla tam bir efsaneydi doktorumuz.
Ve bir gün öldüğü haberi yayıldı mahalleye.
Yunus şiirindeki gibi
“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin”
Tablosuyla karşılaştı insanlar. Ölümünü de ancak bir iki gün sonra fark etmiştik.
Kimdi bu melek kadar temiz, herkese sınırsız yardım elini uzatan, kimseye zarar vermeden kendini harabeye mahkûm eden kişilik…
Aslında, karşımızdaki “Harabat ehli”ydi galiba. Biz o yaşlarda anlamasak da durum tam olarak,
“Harabat ehlini hor görme Şakir,
Defineye nazır viraneler var.”
Mısralarının tanımladığı durumdu.
………………………………..
Bizim Deli Doktorun ölümünden onlarca yıl geçtikten sonra 4 yıl kadar önce, birkaç arkadaş, internet imkanlarını da kullanarak hakkında bilgi toplamaya karar verdik. Telefonlar açtık, anıları taradık derken karşımıza çıkan tablo şuydu:
Doktorumuz, Osmanlı’da Trabzon Askerlik Şubesi görevi yapan bir bürokratın oğluydu
Babası, İngilizler tarafından İstanbul’da idam edilmiş, böylece “Şehit Çocuğu” ünvanı kazanmıştı.
Çevresinin yardımlarıyla Tıp Fakültesinde okumuş, 1925 yılında Tıp Fakültesini bitirerek doktor olmuştu. Dönemin okul anılarından anlıyoruz bunu.
Doktorumuz, doktorluğunu 1930 lu yıllarda da adeta hayır için yapmaktadır. Cağaloğlu’nda açtığı muayenehanesinde “Salı günleri öğleden sonra fakirlere ücretsiz muayene, Perşembe günleri geliri THK na bağışlanacak şekilde anlaşmalı muayeneler yapar. O günlerdeki gazete ilan ve haberlerinden anlıyoruz bunu da.
Sonrasında anlıyoruz ki bizim Deli Doktor, 1940 ların ikinci yarısında Hikmet Kıvılcımlı’larla solculuktan yargılanmış, ceza almış, Macaristan’a kaçmış, Fransa’ya gitmiş, oralarda iz bırakmış derken, 1950 lerin ilk yarısında bizim köye dönmüş
Kaçak mı yaşadı, sürgün mü onu bilemedik.
Bildiğimiz; Bu toprakların berbat kaderiydi galiba bu.
Hani Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” da anlattığı kendi hikayesi gibi. Herkes suyu aramış sanki, Mehmet Akif, Mısır’da aramış, Nazım Hikmet Sovyetlerde, Cemil Meriç kitaplarda. Arayan insanlarımız maalesef hep acı su bulmuşlar.
Kendini hala sıkı ülkücü olarak tanımlayan ben diyorum ki, bizim Deli Doktor bu ülkede el üstünde tutulması gerekirken onun ruhunu kemirmişiz sanki.
Saygı ve minnetle anıyorum kendisini…
OKUDUYSAN BEĞEN BAŞKALARI DA OKUSUN DİYE PAYLAŞ !
Henüz yorum yapılmamış.